Bu sefer çok uzatmadan iki konuya değineceğim. Ya abicim bu üstteki cipsi kim yapıyor? Tanıdık falansa bi arayın. Ulan kendisi yediğinde hiç damağına yapışmıyor mu? Yok sadece bana yapışıyorsa bi doktora falan gideceğim. Hiç bir cips yapmıyor bunun bana yaptığını, eziyet bildiğin. Şimdi ben hayvan gibi cips yiyen bir insanım. Tanıyanlar bilir; iki elim ve tüm beynimle cipse odaklanırım. Ama bu gerizekalı lays baharatlının tadı ne kadar güzel olursa olsun yapışıyor kardeşim ağzıma, damağıma!(Güzelliğinin de bir anlamı kalmıyor, evet bildiniz bingo!) Parmağı ağza sokup sol arka, sağ arka köşeden o yapışmış cipsleri çıkartmak zorunda kalıyorsun. İğrenç bir şey! Adam gibi cips yapın lan! Lays klasikte falan da aynı sorun var ama en büyük sorun baharatlısında. 2 milyonluk tüm cipsi kendiniz yiyip hiç ağzınıza parmak atmazsanız bildiğin dağ oluşuyor, ağız kapanmıyor. 10-12 parçadan sonra parmak atıp, temizlemelisiniz. Sonra o salya içindeki ellerle bir daha cips alıp, yeniden yiyorsunuz. İğrenç bir döngü bu! Bu da iğrenç bir yazı zaten.


Allah belanızı versin güneş gözlüklü kızlar! Adam gibi bakamaz olduk götünüze, göğsünüze! Yok kızmamın sebebi "yaaa beni kesiyorlar mı kesmiyorlar mı" değil! Zira bir kızın beni süzüp süzmediğini anlayamıyorum. Tek korkum birine böyle dik dik bakarken, üstüme doğru gelip çat diye tokatı vurması. Oysa ki gözlük olmasa ben öyle baksam, o da bana baktığında kafamı çevirsem. Şimdi kadının kafa bana dönük ama bana mı bakıyor bakmıyor mu belli değil. Ben de alıcam bir gözlük en ücra köşelerinize bakıcam. Göreceksiniz o zaman karşındaki insanın güneş gözlüklü olmasının ne olduğunu. Üstüme doğru gelip nereye bakıyorsun kardeşim dediğinizde size bakmıyorum hanfendi yanlış anlamışsınız diyeceğim hem de bu sırada tam göğüslerinize bakıcam nihahaha! Ayrıca siz hiç renkli gözlü olupta güneş gözlüğü takan kız gördünüz mü? Ben görmedim! Hep bu kıytırık kahverengi göze sahip kızlar takıyor! Bir esrar yaratalım da erkekler hangi renk gözümüz olduğunu bilmesinler diye ama buradan sizlere sesleniyorum: Biliyoruz ki hepiniz kahverengi gözlüsünüz . Hatta kim bilir belki de şaşısınız yoksa niye güneş gözlüğü takasınız? Yemeyin lam beni güneş rahatsız ediyor falan diye...

İki hafta kadar önce kardeşimle babama kahvaltıya gittik. Evi çok viran haldeydi, sırf mutfak tezgahında 32 tane böcek vardı, ıyk, varın siz düşünün gerisini.. Ön balkona böcek, toz, sigara külü vb.'den arındırdığımız bardakları götürdük. O manzaradan sonra bırakın o baradağa konan kahveyi içmeyi, üç gün yemek yiyemedim ben. Üç bardak, üç çatal ve üç boş tabağın durduğu masamızda yiyecek ya da içecek hiçbir şey yoktu, dolapta sadece tarihi geçmiş Voltaren bulunmaktaydı, onu yiyesi değildik. Masayı gören babam bu ne be dercesine burun kıvırdı, babam her şeyin suçunu hep dış dünyada arar, içe bakmayı hiç bilmediği gibi fünuna ereceğine de inanmıyorum. "Terasa hazırlasaydın Mula'cım keşke" dedi bana acıyan- küçümseyen bir tavırla. Sınırlarımı aşıyordu. Sokak kapısının açık kısmından terasa baktım, bir zamanların çiçek formasyonu psödomakileşmiş, kısaca canavar olmuştu. Babam, hala, bildiğim her şeyi alt üst ediyordu. Karadenizde tahrip olan ağaç tanımı, marmarada bakılmayan çiçek formasyonundan çok daha sevimliydi. Gene de sustum, tek şey demeden antika sandalyelerimize oturdum. oralı olmadığımı fark edince o da oturdu, sandalyenin koltuğu çıkmıştı, mahalle marangozuna yaptırıp satmalıydı bu sandaleyeleri. Ama neysedir neyse ben buraya babama kızıp susmaya gelmemiştim, ona iyi davranıp para almalıydım.
"Baba, param yok, yicek giycek hiçbir şeyim yok, annemle de aram yok, züğürtlükten derim karnıma yapışacak egom da olmasa."

Yüzüme bakıp güldü. "Varlık içinde yokluk çekiyorsunuz Mula, gel benle yaşa, bitsin burda." Kardeşimse elinde lolipop Erkiy Koray'ın Deli Kadın parçasını babama yorumluyordu. "Deli adam, hiç sen beni anlamadın, sopa mopa kâr etmiyor taş kafana, öldüm desen yalan, kaldım desen yalan, hepsi yalan.." Bak şu çocuk kadar olamıyorsun Mula, sana da lolipop alsam susar mısın? Ağzım açık kalmıştı, kardeşimin dediklerini duymamıştı hiç, kendi dünyasındaydı o! Duymuyordu bizi. Ne diyecektim bu adama ben şimdi, "Senin iflasın yüzünden duş jelimi Marks and Spencer'dan bile alamaz oldum. Zamanında sadaka diye vermediğin parayı bana harçlık olsun diye veriyorsun, babanemin yanına gidiyorum ama o gündüz arkadaşlarında, gece kumar oynuyor, ahaha, gece gündüz arkadaşlarıyla ve benim isteklerimi zerre umursamıyor."

Babam beni duymuyordu, ben de onu duymayacaktım. Evdeki antikaları yavaş yavaş elden çıkarmaya başlamanın vakti gelmişti. Üniversite için filan gerekmesini önemsemedim. Yavaş adımlarla salona gidip vitrinde duran Bilmemne Padişahından, 200 yıllık tabağı sinsice aldım. Fizz yerine Atlas'tan al artık elbiselerini diyen babama da, Paşabahçe tabakları izle deme hakkını görüyordum kendimde. Ben babamın kızıydım ne de olsa her şeyden önce.

ortaçağda filan filmlerde de görürüz, koca bi ordu akın ederken önlere doğru atlı bir adam sadece bayrak taşır. diğerleri kocaman kılıçları kuşanmışken bu sanki etrafında görülmez bir kalkan varmış gibi onlarla birlikte gazı alıp bayrağıyla hücum eder. bayrak bi şekilde ordunun iyi savaşmasını ve gaza gelmesini sağlarken bu adamların günahı nedir. önden atılan yem gibi koştururlar, kamikaze, hedef tahtası tam. ben karşı ordudan olsam önce bu ibnelere gıcık kaparım onu indirmeye oynarım zaten. he bu adamlarında bi ufak kılıcı vardır kenarda köşede tabi ama adam bayrağı mı tutsun kılıcı mı çeksin, napsın düşman üzerine gelirken. oysaki atın semerinin yanına bi sistem yapıverin, bayrak oraya oturtulsun, savaşçımızda elinde bayrak kaygısı olmadan kılıcıyla savaşsın en azından eli kolu bağlanmasın orduya +1 olsun. ama ortaçağ işte, tam o kafa yani biri bayrak tutacak gerekirse ölecek, bayrak taşınsın yeterki.


sağdaki bayrak adamımızın belinde bi mızrak varken soldaki o kadar şanslı değil. sadece bayrak elde izliyor olayı. bi ok filan gelse apaçık hedef.

vat iz lav?



Sevmek nedir ben bilmiyorum? Yani aha şu diye tanım yapabilecek varsa lütfen buyursun, çekinmesin. Evet, sevmek zor diyorum ama neyi sevmek zor?

Hayatımızda bir sürü sevdiğimiz şey var: kitap okumak, müzik dinlemek, film izlemek, kokoreç yemek, alkol tüketmek, tuvalet yapmak (ne kibarım eheh), ders çalışmak (bunu seven var!), sevmenin verdiği duyguyu sevmek, vs. vs. listeyi çok uzatabilirim. Bunları hoşumuza gittiği için seviyoruz. İlk aklıma gelen soru bu hoşa gitmeyi ne belirliyor? Beynim kendi diktatörlüğünü mü kurdu? Benim haberim olmadan seviyor ve o yönde ilerletiyor. Tüm bunlara cevap bulmasam da olur, ki bulamam o ayrı. İnsan sevmek nasıl bir olaydır onu daha da kafam almıyor. Seviyorum diyorsun da neyi be adam ve ya kadın diye sorulmalı. Mantıklı cevap alamayınca da yanından döverek uzaklaştırılmalı. Bunları belirleyen merci istiyorum. Böyle saldım çayıra mevlâm kayıra olmuyor (şapka kalktı ama ben inadına kullanıyorum). Ne yapıyoruz yahu biz?

Böyle çocuk sıkılmasın diye eline oyuncak verilir ve ya ağzına emzik takılır ya da her neyse işte, aynı o şekilde biz de bir şeyleri bekliyoruz, arada ki oyuncağımızda bunlar oluyor. Yaşa, sev, gül, iç, vs. Ölmeyi bekliyoruz vallah billah gerisi yalan. ‘Lan bunu diyorsun da ne yapalım yaşamayalım mı düdük?’ diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Yaşa tabi yahu. İzin veriyorum bak, ben de yaşıyorum. Godot’ u Beklerken diye yutturdular bize, bekliyoruz bakalım. Geleceği varsa göreceği de var.

Neyse konuyu çok dağıttım. Sevmek dedim, ölümlere girdim bilmem ne. Esas sorum tanımlayamadığımız bir şey nasıl zor? Ben hiç kokoreçi sevmeyi zor bulan görmedim. İşin içine insan girince neden bu kadar kasılıyoruz? Zor ne demek? Kolayın zıttı demeyin tokatlarım bak.

Bence zor diye amaçsızlığın üstü kapatılmış. Vallah billah amaç yok. Üreyeceksin o kadar, hayvandan bir farkın olmadan. Zaten bir farkın yok o da ayrı. Sen kendini kandır bakalım: ‘Düşünen hayvanım ben, tabi ki farkım var. Sen hiç bilmem ne yapan hayvan gördün mü?’. Ulan görmedim de temel de hayvansın.

Evet, hiçbir şey vermeyen bir yazıyla daha size veda ediyorum. Beğenmediysen bana ne! Öyle yazdım. Ben bile beğenmedim ama maksat blog dolsun ahah. Neyse 3hürel – Bir sevmek bin defa ölmek demekmiş şarkısıyla siz değerli okurlara veda ediyorum.


Cemiyette Pişiyoruz






Sevgili Bed and Breakfastman ve ben. Evet boka benzeriz.

Son zamanlarda çok içer olduk, bir de duvarlara yazı yazıyoruz. Kaymakam Reşat Bey Sokağı bizden sorulur, ahah. Gerçi son on yılın en harbi sıçan adamı yüzünden köşemizden edildik amma, ossun. Yeni yerimizin masası bilem var, vallahi bir gitti bin geldi hesabı.

Kendisinin bir an önce diplomasının hakkını verip, hayat adamı olarak işe başlayıp bir burjuva olarak yanıma gelmesini bekliyorum. İşe girince de en az üç konser bileti isterim, parayı bulunca bizi unutursan gözlerinden oyacağımı ayrıcana bildiririm. Bakmayın diploması olduğuna, çocuktan tek farkı alkol içebilme kapasitesidir bu herifin. Bu kadar bok atmak yeter yahu. Hayır yarın yemek vermeyecek bana, aç kalıcam o olcak. Balıklarını pişirir yerim ben de, hiç acımam, caniyim.

Size geçenlerde yaşadığım, ama türevleriyle sık sık rastlaştığım bir olaydan bahsetmek istiyorum.

Topuklu ayakkap almaya karar vermiş idim. Evet, hiçbiriniz beni tanımadığından bu kararın ne biçim bir absürdlük olduğunu bilemez, ama şimdi bunları yazarken bile krize girdim. Çünkü halis mulis ben Mula, hiç kız çocuğu gibi olmadım. Netekim kızlarla da anlaşamıyordum bu sebepten ötürü baya bir büyüyene kadar. (Hayır iki ay evvel 16 oldun diye ne bu ayak anlamıyorum kızıam.)

Her ne ise, arkadaşla bir şeyler içmek üzre Taksim'de buluştuk. Rutin tıkınma işlemine nail olduktan sonra ise hiçhiç yapmadığım ve korkunç sevmediğim bir şeyi önerdim. (Kız da şaşırdı zaten, ne öhöhö dumurum ifadesi filan..) "Hadi biraz mağaza gezelim." Sırayla tüm ayakkapçılara girdik. Şimdi ben biraz (Yuh be biraz mı!) büyük numaralı ayaklara sahip olduğumdan, beğendiğim bissürü model olmadı. İnci, Nursace, Elle derken birbir tükettik mağazalarımızı ve ben de ac-cayip sıkıldım. Ya bir de sevdiğim markalar vardı benim küçükken, onlara bakar başka mağaza tanımazdım. Yeni nesil ne kadar kraktersiz lan böyle, ne bulsa, nerde indirim görse atlıyor. Sonra arkadaş iyice kaptırdı kendini. Bir Lcw'deydik, sonra te Tünel yapalım dedi, baktım ki Bershka'dayız. Başım dönmeye başlamıştı. Her yerde aynı cıvık tezgahtarlar, nasıl yardımcı olurumlar, yorulmuştum. Derken o küççücük ama içinde yatılası dükkanın önünden geçtik: Camper!

Camper diyince akan sular durur evvela, çok seviyom çünkü. İki sandaletimsi modeli var bu sezon, hep aklımdaydı ama alamamıştım. Ve ve ve, sıkı durun, Camper'de 41 numara var! Gözlerimiz yaşarıyoour. İstediğim modeli, düz siyah bir şey. Dünya üstündeki en sempatik varlık olabilir. Ayrıca indirimdeymiş, 150 lira idi. Ya Camper'de indirim hakkaten oluyormuş, ben genelde indirim sezonu filan bilmediğimden, yani ayakkap eskir giderim alırım. Öyle indirim filan, ohoo. Neyse, içim bi burkulur oldu tabii, lan dedim benim aldıklarıma da oldu mu bu indirim ama onların fiyatları aynıydı, derin nefes verizlemek.

Ayakkap'ı denedim, harbi harikaydı. Ama bir sorun vardı; paramın olmaması.
Cep harçlığım olarak 30 liram vardı, bir de yüz lira öyle duruzluyordu cüzdanda. Birden herkes bana bakmaya başladı ama. Ter basmıştı, ayakkap'ı çıkarıp gitme düşüncesi beni delirtti.

Kredi kartı zaten almış başını gidiyor, sırf bu aptal rezil oldum düşüncesiyle alsam annem beni vurur. Bankamatikte ise para yok diye biliyordum. Acaba var mıdır ki diye düşünürken adam verin ben bakayım var mı diye telkinledi beni. Ama varsa da sakattı. Eve yeni bir çift ayakkapla gidiyorum; markası da Camper. Annem ne dicek. Lan kaltak ile başlayan ve bitmek bilmeyen cümlelerini nasıl çekerim. Ya da babamdan bankamatikli olduğumu öğrenince daha nasıl ondan da para alırım.

Kuyruğumu kıçıma kıstırıp gittim mekandan. O an çok koydu bana ama, şimdi düşünüyorum da; kafam girsin Camper'e de çalışanına da.

Resmen ezdiler bitirdiler lan beni. Hayır sen kimsin ve nedir bu megalomanyakça düşüncelerin arkadaşım. Kimseyi ezdiğim yok inanın ama, askeri ücretle çalışıp üç vesayit değiştirerek oraya gelen birinin sizi bu şekilde küçümsemesi de katlanılabilir bir olay değil. Fakat bir değil iki değil, bunu çok çok sık yapıyorlar. Özsüt'te de yaşamıştım bunu. Hesap beklediğimizin üç misli gelince neden böyle olduğunu sormuş biraz kızmıştık. Arkamızdan birkaç tip baya sırıttı, hayır ben sana sırıtıyor muyum, hiç. Boş.

ateyisler yarışıyor.

kanal t, proğğram yapıyormuş, tövbekârlar yarışıyor diye.
şerefsizim aklıma gelmişti demeyeceğim, zira bir süredir hali hazırda yapmakta olduğum yarışmanın ismiydi ateyisler yarışıyor (ya da töbvekar, her ne naneyse).



araba kullanmayı sevmiyorum, veyahut, 'araba kullanmada kendimi yetenekli hissetmiyorum!'

lakin benim; güzel kızlarımızın dediği her şeye inanma, çok güzel kızlarımızın dediklerini de yaşam tarzım haline getirme gibi bir eğilimim/mottom var. pelin batu ablamız var, pek bi çevreci filan. işte o diyorsa ki: "doğa elden gidiyor," o doğa, muhakkak, elden avuçtan gidiyordur. peki doğa için ne yapılmalı? araba yerine toplu taşıma araçlarını tercih etmeli filan falan.

şimdi bu düşünce sistematiği içinde 3 senedir ehliyetim olmasına rağmen arabaya elimi sürmezdim. ve fakat, havalar 42 derece olunca, "eeaah, doğanın da, çevrenin de..." diye başlayan nahoş bir cümle kurdum ve babama kaşgöz yapıp söför koltuğuna oturdum en nihayetinde.

ilginçtir, etrafımdaki insanların yüzde 80i ateyis `that is, tanrının olmadığına inanmaya meyilli agnostik`, yüzde 15i deist.
"gel abi gel, biner gideriz on dakikada," diyorum ve cool tavrım onları iyi bir şöför olduğuma ikna ediyor. fakat, daha 1km gitmeden, eller yukarılara doğru açık şekilde, yavaşça yükselen bir sesle, yalan yanlış telaffuz ettikleri arapçadan bir şeyler mırıldandıklarını duyuyorum.
o derece ki, bir arkadaşım dua bilmediği için, "tanrııım, yüce isa" filan demeye başladı.
diğer birinde panik atak varmış, yolun ortasında durdurdu ve indi. abi, buralardan minibüs geçmez, diyorum. olsun, yürürüz, diyor. abi, nereden baksan 4km çeker şehir, diyorum. türkiye'de
kampüsler dışında otostop çekilmez, adamlar seni ormana atar, sonrası allah kerim, diyorum. amma adam dinlemiyor ve arabadan koşarak uzaklaşıyor.
ablam, misal, "tink'cim, gaz pedalını o kadar çok seviyorsun ki, söküp akşam yastığının altına koyayım. bikaç gün hasret gider, belki o şekilde bir düzelme gözlenebilir sende" diyor, ama nedense kendisi de pek inanmadan söylüyor bunları.

artık ben önlemimi aldım. arabaya binmeden önce, "kaç dua biliyorsun" diyorum. aslında diyorum değil, diyordum, ta ki biri, "4 tane biliyorum, 3 kuluvallah 1 elem" diyene kadar.

araba, bana bu dramatik anı da yaşattı...

neyse,
şimdiye kadarki bilançom ise, 3 kişiyi islama birini de budizme kazandırdım. zamanı gelince onları arabama toplayıp uçurumdan atlayacağım ki, ödülleri olan tanrılarının maaabedlerine bir an evvel kavuşabilsinler. yarışma başında hac, hindistan dediysek, ki dedik,

söz sözdür..



















PMS

Şimdi aramızda kadın var mı yok mu bilmiyorum. Ama değineceğim şey aslında hem kadınlar için hem de erkekler için bir problem. 7 yıldır neden babam bana bir y kromozomu vermedi de erkek olmadım diye her ay bir kere mutlaka ağlarım. Hatta bir kere babamı arayıp bağırmışlığım da var bir karın ağrısı tramvasında. Neyse işte bu regl denilen meret saadece bi haftalık bi'şey olup kalmıyor da, öncesi var bi de bu olayın. PMS diyoruz biz buna kısaca, uzuncası pre-menstrual sendrom. Bir hafta boyunca hayatı hem bize, hem de yanımızda bulunma talihsizliğinde bulunan erkeğe zehir eder. Olup olmaz şeyleri kafaya takmaya sebep olduğu gibi ufacık tefecik içi dolu turşucukları da büyütüp kocaman yapıp er kişinin başından aşağı dökmeye neden olur. Ben daha fazla konuşmayayım da size süper hüper bir videoyla açıklayayım

.

Alıştık artık


‘Bu millet salak abi’ cümlesini herkes duymuştur. Zamanında ben de kullanmışımdır. Fakat bu bazı şeyleri aydınlatmak ya da anlamak için yeterli mi? Bence değil. Derseniz ki: ‘Peki ne yapacağız ve ya yapmalıyız?’ ben de bilmiyorum. Zaten bir şey yapmak istemiyorum. Yaşadığım birkaç olayı sizlerle paylaşmak istiyorum sayın seyirciler.

-Ev sahibime ziyarete gidiyorum. Dönercilerin, tatlıcıların vs. olduğu bir sokaktan geçiyorum. Yanımda annem var, muhabbet ede ede gidiyoruz. Bir ara şöyle bir şey duydum: ‘Usta, sen papaz mısın?’ Tabi ki o anda cevap vermedim ama şimdi veriyorum. Eğer pantolon, t-shirt (tişört) giyen papaz gördüysen neden olmasın?

-Gece alkol almaya çıktım. İki ‘erkek’ yürüyor. Böyle sokakta mal mal etrafınıza bakarsınız ya, ben de onu yaptım. Sonra yürümeye başladım. Bunlar arkamda kaldı. Arkamdan şöyle bir muhabbet duydum: ‘Abi arkadan kıza benziyor. Sakalı da vardı, vücudu da güzelmiş. Bence kız.’ Buna sadece ‘oha’ diyebiliyorum. Lan vücudunuzda ki toplam kıldan daha fazla sakalım var, hala acaba kız mı bu diye soruyorsunuz birbirinize. Nerenizle bakıyorsunuz siz? Bir de yüzyüze bakıştık. Ne yani kızım ama takma sakalla mı geziyorum. Neyse…

-Küçük (en az 10 yaşında) bir kızın sorduğu soru: ‘ Abi, sen kız mısın?’ Efendim burada ki çelişkiyi bence herkes görebiliyor. ‘Abi’ kelimesi ve aynı cümle içinde ‘ Kız mısın?’ sorusu. Bu kızın ileride anne olduğunu düşünemiyorum. Düşünebilen varsa lütfen anlatsın.

-Ananeme gidiyordum. Uzaktan bir genç kişilik bana bakarak arkadaşlarına şöyle seslendi: ‘ Şeytan geliyor’. Ben en çok burada eğlendim. Şeytan vardır yoktur, bilmem ama adamın hayalgücüne gerçekten hayran kaldım.

-Bayırdan iniyorum. Bir tane motosikletin üzerinde iki genç gidiyor. Yanımdan geçerken arkadaki şöyle seslendi: ‘Senin tipine hede hödö’ Buraları gerçekten anlamadım. Çünkü bu herif bana laf atacak diye motorun dengesini bozdu az daha düşeceklerdi.

-Bir sebepten dolayı karakola gitmiştim (benim bir olayım yok, ben masumum, temiz aile çocuğuyum). Her türlü soruyu duymuştum fakat böyle bir soruyu polisten duymak beni gerçekten şaşırttı:

Polis: Ne ayaksın sen?
Ben: Ee, öğrenciyim.
P: Nerede?
B: Üniversitede.
P: Bölüm ne?
B: Hebele mühendisliği
P: Benim yeğen de oradaydı. Tanıyor musun?
B: ……

Evet tanıyorum. Böyle boynunda ‘Ben polis yeğeniyim’ tabelası olan adam olsa gerek. Neyse susayım, sayacağım yoksa.

Ya böyle işte efendim. Daha uzatmamak için yazmadığım şeyler var. Reha Muhtar' ın ünlü sözüyle siz değerli okurlara veda ediyorum:
‘İyi akşamlar efendim, her nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsak’.

klavye

hiç bişey beni yıllardır kullandığım klavyemin bozulması kadar üzemezmiş kısa vadede. en kritik tuş olan space bozulunca çöplük oldu emektar klavyem. nasıl da bilemedim böyle koyacağını bu durumun. yavrusunu kaybetmiş anne çita gibi oldum. ne yapacağımı bilemedim. eski kutular içinde bi tane yedek buldum neyseki. ama klavyenin klavye olduğu zamanlardan kalma, KORG gibi eşşek gibi piyano gibi ulan. aldım, kırılan eski space i düşünürken bu yeni samimiyetsiz space in alt tuşu ile arasında parlayan bişey gördüm. kalemin ince ucuyla arayı kaldırım space i yerinden çıkarınca o parlak şeyin zamanında bilgisayar başında yenmiş çikolatanın jelatininden kalan küçük bir parça olduğunu gördüm. hemen yanında bana ait saçlar, kuruyemiş, dökülen içecek kalıntıları, ekmek kırıntıları, cips artıkları ile minyatür bir çöplük olmuştu klavyenin dipleri. o an duygulandım, ''zaman ne çabuk geçiyor dedim''. maziye saygımdan dolayı hiç birini temizlemeden space i usulca üstlerine kapadım. artık eski klavyeme bakışım değişmişti. o benim hatırlarımdı, geçmişimdi, bendim o.

Kendini Kaybedeceksin


Şöyle bir bakıyorum da, doğru düzgün yazı koymamışım buraya hiç.
Ama haklı sebeplerim var. Ya da ben haklılarım kendimi.

İçinde bulunduğum çoklu bloglara pek yazı koymasam da küratörlüğünü yürütmekteyim. -Evet benim bulunduğum bloglar müze değerindedir, sanat eseridir.- Her türlü finansal, kurumsal, tema, yerleşme planını üstlendim. Blogun adı bile benden çıktı, lütfen, haksızlık etmeyin. Gecelerce şablon yardığımı biliyorum. Hemingway isimli şablonu koyabilmek için didindiğimi.. Hala daha düzgün bir teması olsun diye saçımı süpürge ediyorum. Nedir ki şu sıralar yoğunum, ortalama bir şeyi koydum, kaldı öyle.

Ayrıca yeni dört yazar gelmiş bulunmakta. Baya bir kalabalık olduk, hoş oldu. Yeni yazarlara da hoşgeldin diyorum, evet bence denmeli bu, en azından tanımadığım için ben demeliyim. Ne o öyle, dergi bile olsaydı ofis arkadaşları bilinirdi. Soğuk ortamlarda geriliyorum zaten.

Toparlayayım;

Yakın zamanda daha da cillop bir şablon bulup koyacağım. Herkes hoş geldi.

Esen kalın.

steampunk


frambuazdaki ilk yazımı şu sıralar yine etkisine girdiğim steampunk, cyberpunk ve post-apocalyptic hödölere ayırmaya karar verdim. öyle ki bir konuya ilgi duymayagöreyim. hemen kendimi işin içine çekecek her malzemeyle beslerim. misal korsanlık oyunları ve filmlerine daldığım bir dönemimde kendimi korsanlaştırmış, akşamları yarım şişe rom içmeden uyuyamaz olmuştum. şimdi ise kendimi yaza rağmen karanlık bir moda çekiyorum. önce biraz steampunkı ve örneklerini anlatmakta yarar var. fantastik olarak kurgulanmış bu dünyada sanayi devriminden sonra alternatif bir gelişim üzerine oluşuyor steampunk. adından da anlaşıldığı gibi sanayi devriminin buharla çalışan makinalarının her yerde kullanıldığı mekanik bir teknoloji dünyası. bugün bildiğimiz çoğu cihaz farklı biçimlerde varlar. ilk bilgisayarlar gibi herşey kocaman ve çok gürültülü. hakim renkler gri, siyah ve kahverengi. bolcana da toz toprak. bunun yanında mekanik her şeye işlemiş durumda. kıyafetlere bile. insanlar 18. yy modasıyla giyiniyorlar ama üzerilerinde mekanik aksamları da bulunmakta. ''wild wild west'' bu türe güzel bir örnek film. bunun yanında ''back to the future 3'' filminde doktorun ürettiği buz yapma makinesı veya zaman yolculuğu yapabilen tren veya ''city of ember'' daki yeraltı şehri, ''La Cité des Enfants Perdus'', anime olarakta ''Laputa: Castle in the Sky'' steampunka güzel örnekler.


kıyamet sonrasında geçen veya cyberpunk a örnekler ise başta mad max serisi, ''delicatessen'', ''blade runner'', ''aeon flux'', ''metropolis'' ve ''akira'' olarak uzatılabilir.
başta da dediğim gibi kendimi bu işe iyice alıştırdım. sokakta taşmış çöp yanında toz toprak görünce havasına giriveriyorum. bizim köşe bakkal ise civarda bu işin öncüsü. içeri girdiğimde kendimi başka bir zamanda kıyamet ötesinde, nükleer savaşlardan çıkmış olarak buluyorum. raflar paslanmış, sararmış. kocaman, her yeri demir, eski bir vantilatör sesler çıkararak dönüyor. herşey sıkış sıkış, içersi boğucu ve karanlık. tüm soğutucular eskimiş, yazar kasa devasa. bakkal amcaya dönüp ''biraz temiz içme suyu alıp onun karşılığında size bulduğum değerli taşları vermek istiyorum'' demek geçiyor içimden. bu modumu da terkim yakındır herhalde. son olarak anlattıklarımla ilgili kaynak teşkil edecek canciğer wikiden linkler gelsin:

http://en.wikipedia.org/wiki/List_of_apocalyptic_and_post-apocalyptic_fiction#Film
http://en.wikipedia.org/wiki/List_of_steampunk_works

http://steampunkworkshop.com/

Yapma bana böyle



Otobüs, şehir içinde ki ulaşımın en önemli basamaklarından biridir. Her ne kadar tramvay, metro, hafif metro, metrobüs, finükiler (bu ne lan!) gibi şeyler olsa da her zaman kendimi otobüse daha yakın hissetmişimdir. Bana çekici gelen bir sürü yanı var. Mesela; her bindiğiniz de durak ismini okuyamadığınız zaman: ‘nerede inecem lan ben?’ sorusunu sormanıza neden olur. O dakikalar içim kıpır kıpır oluyor. Heyecan yapıyorum (kendi evime gelirken bile). Çok fazla motor sesi çıkardığı için (o yeşil mercedesi saymıyorum, kırmızı markasını unuttuğum gürültü makinesini sevmiyorum bunlar ayrı) müziği istediğim kadar yüksek sesle dinleyebiliyorum. Şöförler arada deliriyor, 20 kilometrebölüsaat hızla gitmesi gereken yerde 60 – 70 kilometrebölüsaat hızla gidiyor (bu değerler sallama değil saniyede kaç metre aldığını hesaplayıp sonra onu saatte kaç kilometre alır diye çevirdim). Ama sorarım size diğerleri böyle mi? Metro da olsun, tramvay da olsun, kötü bir ses nereye geldiğinizi söyler, hatta gelmeden hatırlatır, üstüne: ‘yaşlılara, hamilere yer verin’ gibi sözler savurur. Müzik dinlemek desen her an bir uyarılma korkusuyla karşı karşıyayım. Hız desem ben hiç görmedim ki aşırı hızdan durakta duramayıp basıp giden bir tramvay ve ya metro. Görüldüğü gibi otobüsün artıları fazla, hatta say say bitmez. Diğerini sevenlere de saygım sonsuz (değil yalan söylüyorum, pis herifler sizi). Hatta seviniyorum çünkü onlar diğerlerine gidince otobüs boş kalıyor. Tabi otobüs için bir sorun var onu göz ardı edemem; arkaya doğru ilerlemek. Ne kadar gidersek gidelim biletçi, şoför ve ya önlerde duran yolcu arkanın hiçbir zaman bitmediğine inanıyorlar.



Neyse diyerek konuma dönüyorum. Son zamanlar içinde otobüsle aramızda bir problem baş gösterdi. Her zaman -dolu olmadığı süre içerisinde- aynı yere otururum. Güneş gelsin, gelmesin fark etmez. Bu aralar sıcaklardan dolayı gölge olsun diye farklı yerlere oturuyorum ama gel gör ki her seferinde benim çok sevdiğim ve ‘her zaman’ oturduğum yer gölge oluyor. Üstüne üstlük benim onun yerine tercih ettiğim koltuk güneşli…



Buradan sesleniyorum bak: ‘Otobüs, yapma bana böyle. Koltukla anlaşıp bana eziyet çektirmeyin. Söz veriyorum bak başka yere oturmayacağım. Affet beni!’


Sevgili blog okurları, uzun süre yazamamamın verdiği üzüntü ve acı ile bu cümleleri sizlere yazıyorum. Ezelden beri klavye ve mouse ile yaşayan ben Vidar adeta tersanelerimi girilmiş bir biçimde mouse ve klavyemden koparıldım. İşte bu yüzden bir türlü yazamadım hala klavyem ve farem yok ama içimdeki toplum problemlerini ortaya dökmek için daha fazla kendimi tutamadım. Bir cafede espressomu içtim, laptop'u açtım ve yazmaya koyuldum. Niye evde yazmıyorsun diyorsanız vallahi bizimkiler düğüne geldi. Ben de mal gibi kaldım cafenin tekine oturdum, düğün salonunun önünde takılıyorum. Peki niye yazı yazıyorum? Evde hep yaptığım gibi feysbukta, ntvspor'da zaman kaybetmek yerine niye şimdi yazı yazıyorum. Evet blog okuyucusu açıklıyorum belki 1.80 uzunluğunda kızıl saçlı yeşil gözlü bir hatunun "ne yazıyorsunuz acaba çok merak ettim" demesini bekliyorum. Günlük olaylardan bahsettikten sonra artık yazının ana amacına geçecektim ki 4 kişilik masaya oturduğumu ve dışarıda yer kalmadığını fark ettim. Ehehe bana ne lan! Bak arkamdaki elemanlar içerde oturucaz artık dediler kafamda bekleyip bekleyip... Tam bu satırları yazdığım sırada dayanamadım gelin buraya oturun dedim lan! Vallahi oldu bu ehehe çok teşekkür ettiler neyse böyle yaşadığımı sürekli anlatırsam boku çıkar bu yazının daha susayım.

Çok büyük yazarlar gibi(!) giriş bölümünü uzun tutup bir şey anlatmamaya çalışıyorum ama tam bu satırları -aslında üstte kaldı o satırlar- yazdıktan sonra annemler aradı ve dedi gidiyoruz. Ben de zorunlu olarak espressomun ücretini ödedim, yazımın yarım kalmasının üzüntüsüyle arabaya bindim. Peki şimdi neredeyim? Dünya'nın en kötü şehri Ankara'dayım ki bunun hakkında daha önce yazılar yazmıştım. Niye burada olduğumu açıklamak gerekirse tink'in evinde zaman geçirmek diyebilirim ki bu tink hâla ben buraları biliyorum deyip yolu 20 dakika uzatan çekilmez bir insan! Ayrıca her gün bana evi temizletiyor, lambalarını taktırıyor bana diyor ki sabahtan hiç bir yere gidemezsin Recep usta gelecek! Oysa ki bu ustalar hiç bir zaman dedikleri vakitlerde gelmiyorlar. Ustaların vakti zamanında gelmemesi diye bir yazı da yazılabilir ama konumuz bu değil. Her ne kadar ben konudan kopmaya devam etsem de Mula insanın özel isteğiyle çok önemli bir konuya değineceğim. O da bana çok kötü davranıyor diyor ki yazmak istediğin konuları göster içinden ben seçeceğim öyle her istediğini yazamasın benim yazdığım blogda. Çok dertliyim ayrılmak istiyorum bu blogdan! Burada kimse bana saygı göstermiyor, kimse beni sevmiyor.

Bugünkü sorunumuzun ismi "sen abi misin amca mı yoksa ismin misin bilemedim sorunu". Efendim zaten sorunumuzun ismi çok açık. Evet biliyorum siz de bunu yaşadınız 8 yaşındaki çocukta yaşıyor. Hayatın her anında kafa kurcalayan bir sorun. Yaş ilerledikçe daha da kötüleşiyor içinden çıkılamaz bir hal alıyor. Olayı yaşlara bölüp de anlatacağım ki kolay anlayasanız zira blog okuyucususun -çok zor oldu bu okuyucususun yazmak hemen okuyup, geçme- alt alta çok satır görmek sinirinizi bozuyor biliyorum.

Yaş 4: Efendim burayı niye yazdım! Ben 4 yaşındayken diye başlayan cümleler kuran insanlara siktir çekmek için yazdım. 4 yaşındayken kime abi dediğimi nerden hatırlayayım. Tek hatırladığım sünnet olduğum başka da bir şey yok! Ben 4 yaşındayken diye başlayıp olayı dün gibi anlatan insanlara oldum olası sinir olmuşumdur. Gözüme gözükmesinler.

Yaş 5: Tamam lan şaka.

İlköğretim Dönemi: Sorunumuzun yavaş yavaş ve en büyük etkilerini bıraktığı yaş dönemi. Okul yokken kendimizden büyük gözüken herkese abi demişizdir ya da büyüklerimizin bize "bak abla, bak abi, bak kardeş, bak amca" telkinleriyle kime abi kime amca diyeceğimiz çok net sınırlarla belirlenmiştir. Ama okul zamanı öyle mi? Dışarıda kızlarla ip atlanır, sek sek oynanır, futbol oynanır, dansa davet oynanır. Bu dönemde çok acı bir gerçekle karşı karşıya kalırsınız; etrafınızda anneniz babanız yoktur "bu abi, bu kardeş diyen" Artık etrafınızda bana abi diyeceksin ulan diyen tipler belirmeye başlar. Üstteki fotoğrafta şu uzun çocuğun durumu böyle olabilir. Çünkü siz de bilirsiniz ki uzun boylu çocuklar sıranın en arkasında durmak zorundadır. Ama o uzun boylu çocuk başlatmayın lan kurallara ben hepinizin abisiyim en öne geçerim edasında durmaktadır. Yan tarafında ellerini beline koymuş çocuk da tetikçisi olabilir. İnsan işte bu yaş döneminde kendinden 1 yaş büyüğe bile abi diyebilir, abi çekebilir. Bir de ablalar vardır, onlar daha da gaddar. İp atlarken senin kafana vurup ben senin ablanım derler. Tüm bu yaşananlar ileride çok büyük sorunlara yol açacaktır. Yine bu dönemde büyük bir travma olarak beraber büyüdüğünüz ve anne babanızın bu kardeş diye gösterdiği kıza ortaokul itibariyle aşık olmanız durumu vardır ki lan ne oluyor kardeşe aşık olunulmaz, o benim kardeşim bana öyle öğrettiler diye kendinizi örseler durursunuz. Oysa ki ah o bir kardeş olmasa neler yapacaksınız kim bilir? Zira ben ortaokuldayken öyle hikayeler anlatılırdı ki -evet sizin orada da anlatılırdı- aklm şaşardı. Bu yaşıma geldim öyle fantaziler ne yaşadım, ne duydum ki ben bu döneme pipisi kalkmaya başlayan saçmalıyor dönemi olarak adlandırıyorum. Zaten pipi dediğin kalkmaz öyle bir paradoksu da içinde barındırıyor. Neyse bu dönemi şöyle özetleyebiliriz.
1) Futbol maçlarında, ip atlarken size abi ya da abla dedirtmeye zorlayan kişiler vardır.
2) Sevip saydığınız, sizi koruyan ve sizden büyük olan abiler, ablalar vardır.
3) Okul öncesi çağdan aklınızda kalan abiler, kardeşler vardır.

Lise Dönemi: Olay biraz komplike hal almaya başlar. Bir gün aynanın karşısında bıyığınızı görmenizle -tabii kızlar için kötü bir şey kızlar da memelerinin büyüdüğünü görsün madem- artık siz de kendinizi abi olarak görmeye başlarsınız. İlköğretim döneminde kendinizden 1 yaş hatta 2 yaş büyüklere abi dediğiniz vakitler geride kalmıştır. Artık kendinizden 3 yaş büyüklere napıyon lan diye seslenirsiniz ne de olsa sizin de pipiniz artık tam anlamıyla bir s.k(anlamayan olduysa bir özel mesaj uzağınızdayım) olmuştur. Bu dönem rahattır artık üniversiteyi bitirmiş adamlara ya da göz kararı şöyle bir bakıp da bu ne yaşlı ne genç buna abi denir düşüncesiyle hasbel kader kutsal abi sıfatını rastgele insanlara yakıştırırsınız. 5 sene önce amca dediğiniz kişiler artık abi olmuştur. Minübüste çalışan 50 yaşındaki şoför ömrünüzün sonuna kadar abi olarak kalacaktır. Saçları uzun üniversiteli genç ise asla abi denmesinden hoşlanılmayan X kişisi olacaktır hayatınızda. "Kutsal abi, abla" sıfatı önemini kaybetmiştir her şey karışmıştır.

Üniversite Dönemi: Üniversitede bazı kişiler abidir. Niye diye hiç bir zaman sorulmaz. "Ali" abi ise "Ali abi"dir. Ali abiden büyük dönemler Ahmet'dir, Mehmet'dir ama o Ali her zaman abidir ve onu okuldaki herkes Ali abi diye bilir. Yaşıtları bu durumdan bazen kıllanabilir. "Ona niye abi diyorsunuz ben de aynı yaştayım" bakışları atabilirler ama bu bir toplum baskısıdır yapacak bir şey yoktur!

İşte geçen hafta Gemlik'te yaşadığım komik anım bu yazıyı yazmaya beni zorladı. Bir ortam düşünün. Henüz tanıştığınız sizden 3 yaş büyük arkadaşlar var. Sevilen sayılan bir abi var. Okul döneminden önce öğretilen bir kardeş var. İlköğretim döneminde size zorla abi dedirten bir kişi var. Kardeş abiyle sevgili. Efendim yaşadığım beyin dumurunu sizlere anlatamam. Ama diyalog ve yaşananlar aşağı yukarı şöyle gerçekleşti:

Ben: Yahu Ahmet bir türlü oynayamıyon ha sende şu tavlayı! Yeter lan yendiğim.

Bu sırada tam tanıyamadığım ama kendisine abi dedirtmekte beni zorlayan ve beraber büyüdüğümüz kardeş olan kız gelir. Bana abi dedirten çocuk gözlerime bakar, gözlerimi kaçırırım. Herkes selamlaşır.

Ahmet-Erkan: Naber Yavuz? Nasıl gidiyor?
Yavuz: İyi ya nasıl olsun? Bildiğiniz gibi.
Ahmet-Erkan: Senin nasıl gidiyor Şeyma?
Şeyma: İyi ya geçerken gördük bir oturalım dedik. Naber Vidar?
Vidar: Hmm iyiyim ya senden naber? Görüşmüyorduk ne zamandır
Hakan Abi: Yavuz sen tanıyor musun Vidar'ı?
Vidar: Hıhı tanıyorum ya Yavuz abiyi...

İşte sıçış anı... Bir insan ancak bu kadar etkili beynin içine girebilir. Adama istemeden, kendisini sevmeden abi dedim. Hem de biz küçükken ona abi diyen kızı götürürken. Diğer arkadaşların yüzüne bakamaz oldum. Sen o göte nasıl abi dersin bakışlarını hala unutamıyorum. Hakan abi'nin ona abi diyorsan bana ne diyeceksin ulan bakışı. Ah ah! Hepsi aklıma geliyor da uyku girmez oldu gözüme. Abi sıfatı Türkçe'den çıkarılsın sadece kan bağı olan büyüklere abi denilsin. Bir kural getirilsin yahu! Karıştırıyoruz ki aynı sorun amcada da başımıza geliyor. Mesela çocukluktan beri amca dediğimiz amcalar sabit kalıyor ama amcalarla yaşıt başka biriyle tanıştığımız da o artık abi oluyor. Çok zor lan bu işler.






Mesela o yaşlı minübüscü amca niye hep abi olmak zorunda! Torunu var lan herifin senin yaşında!

Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa