http://www.habervitrini.com/haber.asp?id=142070

(Yazımızın vaat kısmı: mevzubahis yazı, Yıldırım Türker tarafından mı, Sezen Aksu tarafından mı yazıldı gibi magazinel şeylere girmeyeceğiz. Ben, aşka Werther'ci bakarım. o yüzden bu yazı sadece normal dostlukları ele alacaktır. Zira aşkın iç dinamikleri, dostluğunkilerden çok daha farklı. Aşkta kuralları tabiat koyar. Dostunla ise kendin, dostun ve yaşamın kendisi'nin çatışması belirler pozisyonları.) -----------------------------
"25 yıla yakın sürüklediğim bu arkadaşlıkta hep içime sinmeyen, önceleri adını koyamadığım, içten içe hep rahatsızlık veren tuhaf bir sezginin (...)"

İşte önemli kısım burası. Aksu, ilişkiyi 'sürüklediğini' gibi bir şeylerden ve bir sezgiden bahsediyor. Dostlukları en fazla yaralayan şeyin bu sezgi olduğuna şimdilerde yürekten inanıyorum. Yani 'bu ilişkinin yürümesi, benim gönül indirmemden kaynaklanıyor' gibi bir ifade, ilginçtir, içimizden sıkça geçer. Aslında her ilişki, aynı zamanda karşılıklı bir iktidar mücadelesidir. Dostuna iktidarı bazen dominant şekilde kurarsın, bazen çekinik olur, içten içe yaparsın.
Bu yazıdan ortaya çıkıyor ki, Aksu, iktidar mücadelesinde yenilmiş ama beyaz bayrak çekmiyor, savaş alanını, vuruşarak terkediyor.

Aksu, baştan sona haksız. Genelde duygusal veya o anda sinirli olmak, insana her istediğini her yerde söyleme hakkı vermez. Aksu'nun, dostuğunu bitirmek için öne sürdüğü her şeyde kendisi zalimleşiyor.
"Sen en büyük harfler, en iri kelimeler ve büyük kahkahalarla gereğinden fazla sevgiden, iyilikten, dostluktan, sadakatten bahsederken çıkardığın gürültünün (...)". bu olmaz.
Bu, yaşadığın güzel şeylere ve dahi kendine karşı yapılmış bir haksızlıktır. Bu, insanın, en kişisel en mahrem yönüne saldırmaktır. Somutlaştıralım. Şaşı bir adama, dostluk bittikten sonra, 'bu adam şaşıydı zaten, öyle pis pis sırıtıyordu etrafa' demek gibi bir şey, Aksu'nun Uluç'a bu suçlaması.



Hıncal Uluç, Türkiye'deki en büyük kanaat önderlerinden biri olmasına rağmen, zırcahil oluşunun hesabını hiçbir zaman veremez. Cahil olmak, çok büyük bir suçtur. Hatta ülkenin bu geri kalmışlığı siyasetçilerden çok, Uluç gibi etkili birinin 40 senedir aynı içi boş yazılar yazmasının sonucudur diyebiliriz rahatlıkla. Naif ve popüler bir kişisel gelişim kitabı gibidir Uluç, her kişisel gelişim kitabı gibi boş ve toplum için tehlikelidir.
Ben Uluç'u, oturduğum yerden 14 yaşımdan beri görüyorum. Açık bir adam zaten, sır küpü değil. Aksu, 25 senedir, 'dostum' dediği insanda benim gördüklerimi görememiş gibi bir durum olamaz. Burada, karşısındakinin omuzlarına basarak yükselme, isteği var.
Bu dostlukta da değil, her ilişkide, karşındakiyle ilişki bitince onun arkasından ettiğin laflar, genelde vicdana yatırım yapmak, demektir,

Tink'ten altın tavsiyeler:
Dostlukta, karşıdakinin kırmızı çizgilerine hafif saldırılar yapacaksın zaman zaman. Kıracaksın onu biraz, sinirlenecek. Bu, iktidarın ortak paylaşımınını sağladığı gibi, 'senin her şeyini biliyorum' anlamına da gelecek, çift taraflı kazanç.
İkincisi de kendinden, 'ben hep iyi niyetimden kaybediyorum.' diye açık açık bahsetmeyeceksin. Hem okuyucular, hem muhatabında bir iticilik yaratır bu.

En nihayetinde hayatı yaşanabilir kılan şeyler, bu dostlukla paylaşımlar oluyor.
---
blog için yazdığım ilk yazı, 1 ay kadar önce yazılmış olmalı.


daha, özentiyle metal müzik dinlemeye başladığım lisenin ilk günlerinde karar vermiştim saçlarımı uzatmaya. sonra ergenliğin de etkisiyle saç uzatma isteğimin nedeni 'karizma görünmek'e evrildi, "şöyle saç, sakal, fiyakalı olur." lise bittiğinde hemen işe giriştim, 2 buçuk yıllık süreç sonunda artık upuzun saçlarım vardı. ta o ilk zamanlardan itibaren, saç uzatmanın asıl manası benim için dahi hep bir muamma kalmıştır. saçın bana yakışıp yakışmadığını bilmem. estetik algımı ziyadesiyle zayıf bulurum, mesela saçlarımı toplayınca mı, kıvırcık mı, fönlü mü daha güzel duruyor, mukayese yapamam. sadece içimden samimiyetle şuna inanırım: 'bana, doğduğum günden beri uzun saçlıymışım gibi geliyor, kısa saçlı tink, bana gayet yabancı biri.'



bunu şu yüzden anlattım. saç uzatmaya karar verdiğim gün, tee 6 buçuk senede nihayetine erecek bir sürece girmiştim. sonuca odaklı değil de süreci bir bütün olarak ele aldığımızda aslında lisedeyken dahi düşünsel olarak 'uzun saçlı'ydım ben.

geçmişe; 'yıkım', 'boşa geçmiş zaman' olarak bakmaktansa, rasyonel düşünmeye çalışıp 'bu birikime ulaşmam için deneyimlenmesi kaçınılmaz durumlarda bulundum' gibi pozitif bir bakış açısıdır bize asıl faydalı olan.

bu iki önerme yardımıyla ahkamı keselim ve entelektüelizmi tanımlayalım.
entelektüellik bir süreçtir. 2 temel ayağı vardır. zekayı, maksimum ölçüde zihinsel (çoğunlukla soyut) kullanabilme becerisi ve merak.
bir birey, 'ben entelektüel olacağım, dünyadaki iddiam bu' dediği anda entelektüellik sürecine girer. süreç sırasında ve sonunda ne kadar başarılı olur, ne kadar yaratıcı olur, bunlar ayrı meseleler.

yöntem de yüzeyselce şöyledir.

-büyük adam olacağım, diye değil; zevk aldığı için roman okumaya başlamak. (ben, lisenin sonlarına kadar hep 'büyük adam olmak' için okudum.)
-sevgilim beni terk etti, hededö, diye değil; romanlarda yalın şekilde değinilen -necessary, but not sufficient-, aşk, ölüm, acı gibi dominant hisleri coşkuyla deneyimleyebilmek için şiir okumaya başlamak. (bende yeni yeni)
-hanimiş de badim dostoyevski'ciğim 14 temmuz 1889'da bana gelecekti, pusula da göndermeden gelmedi namussuz. bakayım neler yapmış o günlerde? diye değil, adamın zihinsel gelişimini gözlemlemek, duygularını ve kitaplarını paralel okuyabilmek için 'bir yazarın günlüğü' kitabı için saatlerinizi harcamak. (not yet :p)
-ana dal seçip, bunu yan dallardan beslemek. örneğin (pamuk örneğinden gidersek) edebiyatçı olmak için, sinema, psikoloji, psikanaliz, tiyatro, müzik, resim gibi disiplinlerden mümkün olduğunca derin yararlanmaya başlamak. (yorum yok)
gibi uzatabileceğimiz bir liste çıkartabiliriz.

hemen ekleyeyim. kendimi, sadece bu yöntemi oturtmuş, uygulamada ise çok ciddi zaafları olan yarı iddialı yarı iddiasız bir insan olarak görüyorum.

entelektüel olmak için, illa 40 yaş ve üstü olmak gerekmez.



---
not: sözlük için yazdığım, gönderdikten sonra (vidar'ın da uyarısıyla) sözlüğe uymadığını gördüğüm, 9 Mart tarihli yazım.
---
resimler
ilk resim, 'yardımsever/iyikalpli entelektüel' tablosu. pek hoşuma gitti.
ikinci resim, 'pratik, tembel ve akıllılık'. "tembel olmak için evvela ön hazırlık yapıp çalışmak gerekir" cümlesine vurgu yapmak için.
son resim de, böyle fildişi kulesinde yaşayan pipolu, göbekli adam tasviri. siteyi inceleyin, çok hoş şeyler var.
http://www.galleryperth.com/stephenclarke.htm

burun kanaması


bu durduk yerde burun kanama olayları bende pek olmazdı. hatta hiç olmazdı. bi geçen sene bi tane olmuştu, hayatım boyunca hatırladığım tek şey o. hadi onda sinir stres vardı diye açıklayabiliyorum olayı. (yani bu sinir stres, o burundaki kan damarına nasıl etki ediyor, tam anlamasam da anlamış gibi davranıyorum)

ama biraz önce, gerçekten durup dururken kanadı bu burun. taraf gazetesindeki 'her-taraf' köşesini okuyordum internetten, sakin sakin. bir taraftan da gazpacho'nun 2004 yılı albümünü dinliyordum. böyle bir sümkürme geldi. mendili elime aldım. baktım, bayağı bayağı bir kan var. korktum. bi 10 dakika bayağı bir kanadı, 100lük selpak'ın 3te biri gitti vallah billah.
doktor olacak olan felaket tellalı ablam, insanların burun kanamasından bile ölebileceğini söylüyordu.

böyle boktan bir şey için ölürsem, mezarıma tükürün, hatta sümkürüp sümüğünüzü filan da atın. hakettim.

onu bunu bırak da, burun bile fark etti. (işte dostoyevski'nin burnu memur oluyor, bizimki sadece kanıyor) blogcu olacaksan siyasetle uğraşmayacaksın -hele taraf gibi sorosçu gazete, ıyy- bir de indie müzik dinleyeceksin, neo progresif olmaz. isminde progresif var, ıyy. iyrenç. bak, burun kanar işte, bu ceza bana az bile.

(ne boktan yazı oldu amk)


bizde (beyaz türklerde) ırkçı kökenler çok ilginç dinamiklere dayanır. misal atıp tutarız, türkler öyledir türkler böyledir diye boyuna. burada "biz türkler" derken, tüm türkiye'de yaşayan halkı kastederiz. "biz türkler" diye başlayan cümle genelde anlayışlı bir olumsuz yargıya bağlanır.

-biz türkler her şeyi bıraktık, bir metroda birbirlerimize gülümsemeyi öğrenemedik..
-biz türkler, şu mereti (içki) adam gibi içemiyoruz yahu. her gece de bir olay çıkmaz ki.. filan.

şu da vardır klişe. biz türklerin yollarda tek rakibi thy'dir. (tabii şimdi özel hava şirketleri çıktı, rekabet kızıştı)

hakikaten var böyle bir şey. yolda bir istanbul plakalı sürücüye rastlarsın. sen 80'le gidiyorsundur, yalova yolundasın yani. 2 gidiş iki geliş ufacık yol. amma adam seni tüm kuralları ihlal edip geçer ve tam önünde kırmızı ışıkta durur. hem öyle bir durur ki, çekilen çizginin çok ötesine gitmiş, kavşağın tam ortasında durmuştur. ışıkların rengini görmesine imkan yoktur. yeşil yanınca hafifçe korna çalarsınız filan.


mesela şu yandaki işaret. direkt şu demektir "biz türkler" için.
"kurnaz adam buradan u-dönüşü yapar. biz bu işareti sana bunu belirtmek için koyduk, arabanı 36km daha bu trafik keşmekeşinde sürme, buradan yol yakınken dön."
eğer polis çevirirse de bahane hazırdır.
"buraların yabancısıyım." (plakam 16 ve bursa'dayız :p)

şimdi başıma geldi oradan diyorum. bursa yalova arasındaki yolda, yalovaya giderken, tekrar bursa'ya dönmek için sağa girersiniz. iznik diye gösterilen ok. renkli menkli levha böyle. orada da bir 'U dönüşü yapılmaz' işaretinden 'u dönüp' bursa'ya doğru basarsınız gaza. bu böyledir. ben çocukken de böyleydi. dün ben yaptım, hala böyle. sanmıyorum ki tek bir insan olsun da oradan u-dönmesin.

biz türkler böyleyiz. devlet, bizlere, yasaklayarak trickleri, kısayolları gösterir. biz de, devletini milletini seven vatandaşlar olarak, dönülmez u-ların ufkundan, u-döneriz... dünya döner.......çç..
misal, bak

kitap okumak (1)


"kitap okumak bence çok önemlidir. bence ben çok kitap okurum. bir kütüphane odası olması lazım her evde bence. türkiye'de kitap okumuyor bence..okumuyor.... akp.. bence akparti de o yüzden iktidar, hala... kitap kitap. okumak gerek. mühim. muhakkak gerekli, bence.. şarkısı da var hatta.

Oku derim kendine citap
Citap, dünyaya citap
Herkese citap
Eline, beline, cebine citap.

istatistikler de ortada. senede şu kadar kitap okuyup günde bu kadar televizyon izliyormuşuz! vah bize.. seda sayan ve magazin programları... hep onlar yüzünden.. "CEHENNEM SEDA SAYAN'DIR".
bilmemnerede ise adamlar şu kadar kitap okuyormuş, biliyon mu? harakiri yapmayacakları zaman kitap okuyormuş gassste okuyormuş japon. sonra da fotoğraf çekiyormuş.. okumak... fotoğraf..
***
diyerek giriyorum konuya. bursa'da olduğum günlerde, haftasonları oylum talu'nun programını izleyip espriler yapmak, bir aile geleneğimiz oldu artık. üç hafta önce yine bu programı izliyorum. rachmaninoff filan diyerek açtı programı. arada ingiliz aksanına yakınsayan bir türkçe kullanımı ile sununca bunu, ben de sandım ki hakikaten ben izlemeyeliberi kadın kendini geliştirdi filan. birden, "
bugün aynı zamanda ispanya iç savaşı'nın sona erdiği gün, merak ediyorum, acaba ispanyollar da bu günü kutluyorlar mıdır bizim bayramlarımız gibi?" deyü bir cümle kurdu. ben yanlış duydum zannettim de şaşkınlıkla ablama baktım. o da aynı şaşkınlıkla bana bakıyor. franco'nun savaşı kazanması pek hoşuna gitmiş, pek mutluydu tüm program boyunca. kitappp gibi...

neyse bu hafta ise genco erkal'ı çağırmış. yine bursa'dayım filan. merak ettik, açtık. son günlerde nispeten kısa etekler giyiyor diye daha da meraklı açtım, ama hayal kırıklığı, pantalonu var.
başladı klasik sorulara. sizin kütüphaneniz nasıl? kitap okumak neeee kadaaar güzzel bir şey, değil mi? filan gibi saçma sapan şeyler.
işte konu bu.
kitap okumak diye bir kavram var.

ortalama okuyan insanlarda, elde eşantiyon görevi ve hobi olarak işlev gören bir meret kitap okumak. misal wow'dan dota'dan kalkarsın. bir the secret okursun, da vinci okursun filan. soran olunca da, işte akşam kitap okudum, çok güzel hareketler bunlar izledim. ikisi de pek güzeldi, filan dersin.

gününün bir kısmını okumaya ayıran insanlar için de başka türlü tezahür ediyor bu meret.
kitap okumak'ın kızkardeşi de büyük adam olmak zira. okursun, öğrenirsin, büyük adam olursun filan.

yok klasik entel eleştirisi filan yapma değil amacım. ama şu var. bazen bana bir kitap ismi söylüyorlar. hayatımda duymamışım, yazarını da duymamışım. yayınevini duymamışım. bak, her hafta en aşağı bir saatim kitapçıda geçer. okumamış, duymamış olsam illa görürüm yani. içimden bunlara şöyle bir küfür edesim geliyor. bre dostum! okunası 4500 kitap var, hangi ara bunları geçtin de geldin o kitaba?

böyle komplekslerim yok lakin bazı gençler gerçekten, kimsenin bilmediği bir şeyler okumuş olmak için kitap okuyorlar. bak bunu ciddi gözlemledim. bunuın da amaçsızlıktan kaynaklandığını düşünüyorum.

insan niye okur; başka türlü yaşayamadığı için okur. canı sıkılmıştır, kısa bir şeyler okur. bol zamanı vardır, uzun bir şeyler okur. sınavı vardır, kaytarmak için okur. hayat stili oturtmak, oralardan faydalanmak için okur. insanlara hikayeler anlatmak için okur. (ama bu hikayeler, şöyle bir kitap var, mutlaka okumalısın! gibi yargı içeren değil, anektodlar filandır)

yöntemi nedir bunun. yazarın en ünlü kitabını okursun önce, sonra biyografisini okursun. beğendiysen veya okumalıysan (zira dostoyevski'yi misal, beğenmesen de okuman gerekir) baştan sona okursun, sonra eleştiri yazılarını okursun. sonra tahliller yaparsın. yani uzuuun bir süreçtir bu. ortalama bir üniversite öğrencisi dostoyevski'yi 2 buçuk ayda
okumuş olabilir. daha aşağı zaman söyleyen varsa, söylesin, beri gelsin, tartışalım.

ne anlatacaktım nereye geldim bak. kitap deyince söyleyecek çok fazla (hemen hepsi de klişe ve derinliksiz) şeyim oluyor. punch line'ın dahi hep eksik kaldığından ötürü böyle güzel resimlere başvurmak zorunda kalıyorum :


Giuseppe Arcimboldo - The Librarian

Peynirli Edebiyat



Beni her gören elime bir kitap veriyor, sen okuyorsun diye. Hayır arkadaşım, okumuyorum ben kitap falan. Öyle arada, msn'de kimse yoksa, iTunes bozulmuşsa filan okuyorum. Ama yok yani, nafile, dinletemiyorum. En son Fatih Hocayla karşılaştık kütüphanede, okunabilir tüm kitapları çaldığımızdan habersiz kendisi. Ama gene bile buldu buluşturdu kitap verdi elime okuyorsun diye.

Şimdi biz pek geniş bir okuluz. Böyle kasmıyorlar ders ders ders diye. Aslında edebiyat ve dil anlatım müfredatı çok basit. Ders saat sayısı da maşşallah kol gibi. İki ders kitap okuyoruz, iki ders de film izliyoruz, napaalım. İşte bu kitap okuma saatlerinde hiç tanımadığım insanlar yanıma gelip fazla kitabın var mı diye soruyorlar. Ben ayaklı kütüphaneyim ya, sol kolumda deneme, sağ kolumda şiir, götümde de en değerli olan felsefe kitaplarımı saklıyorum. Hey yarabbim.

Son olarak şu var ki; önerdikleri kitaplar ilgimi çekmiyor. İstemiyorum kardeşim ben roman filan okumak. Ben bir şeyler öğrenmek istiyorum. Bir tane edebi güzellikte kitap okutcaksan öteki bilgilendirici bir şeyler olacak. Ama yoook, ebediyetine başlayım ben bu oku dediğiniz kitapların!

Smoke

Bazı insanlar öyleler ki, çekimleri altına girmemek imkansız.

blogun konsept limitleri

İlk evvela belirtelim, blog, vidar bey'in ısrarlı ısrarları sonucunda kuruldu. Böyle msn'den filan geliyor boyuna, blog açalım hededö, diyor. Bana böyle şeylerle gelmicen Vidar efendiii, diyorum ben de filan. Vidar hâlâ ısrarlarında ısrarcı.. Şimdi "ıs" lanmak, "ıs"sız, "rar"lamak, "ısrar" filan gibi kelime oyunları yapacağımı zannediyorsun değil mi, ı ıh, yapmıcam.
İşte böyle günlük şeyler filan yazacağız burada işte, resimli bilmemneli. Resim önemli, resim olmayınca okumuyorsunuz. Gözlem yaptım, iyi biliyorum.. Gözledim...

Theeia da iyidir hoştur. Yememiş içmemiş bu (incecik), okumuş etmiş. Gezip tozmamış, yazıp çizmiş. Hep böyle ikilemelerle anlatmak istiyorum onu nedense, yakışıyor. Kendisi ise; beni "bilinçsiz bir beyin" diye tanımlarken, nahadar az şey bildiğimi imâ eden cümleleri hunharca sarfetmekten de geri durmuyor. Hatta dün gece ortak hiçbir noktamız olmadığını söyleyip (kasparov ile karpov'un efsanevi maçları bile ilgisini çekmiyormuş, peeh) son noktayı koydu. Nokta. (hadi inkâr et de açayım msn dosyalarını!!)

isim, cisim


Blogu açmaya karar verdik, isim bulamıyoruz. Ben dedim ki, 'METRO DURAĞI' olsun, tramvay'dan daha modern hem dedim. hem böyle 'göğe bakıp hüzünlere düşme' gibi yanetkileri de olmaz dedim, süpper isim dedim dinletemedim. Vay efendim neymiş, çalıntıymış isim. Peeeh.

Peki, madem modernite ile muamazakârlığı birleştirelim edelim dedim. İsim "METROBÜS DURAĞI"olsun dedim. Bu ikisi (vidar ilen theeia) güldüler. Beğendiremiyoruz kendilerine hiçbir şey. Beğenmiyorlar..
Halbuki bak, daha iyi anlayasın diye bir de resim koyacağım, sen de beğeneceksin. Aha:


Bak, ne şirin, bak ne tatlı... Hadi, inkâr et. hadi kötü de, hadi beğenmedim de???? Diyemezsin tabii... yaaaa.
Ben bakıyorum böyle, bu resimdeki insanların anlam dolu yüzlerinde bir blog ismi potansiyeli görüyorum. Ama ne gam! Her yerde olduğu gibi burada da susturuluyor, bastırılıyoruz.. Ülkenin aydınları, sanatçıları... Susturucu.. Onlar... Onlar her taraftalar.. Kuşatıldık... Bu blog farkındalıklar yaratacak... Hayatın.. Ne kadar..... Absürd ve eğlenceli olduğunu fark edeceksin.... Oku bak, hoşuna gidecek..... Duygusalım.. Bitiriyorum....... Öpüyorum.. Byee..

------------------
(yazıda ismi geçen site de şudur efendim.
http://www.tramvayduragi.com/ ziyaret edin, hoş yorumlar ihtiva (include) ediyor.)
bi de adı geçen eser, age:
göğe bakma durağı, turgut uyar http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=96
-----------------



La Modèle rouge
The Red Model

Daha Yeni Kayıtlar Ana Sayfa